16 Aralık 2017 Cumartesi

Neden sigara içenler daha sık grip olur?

Aralık 16, 2017 8
Bu yıl ikinci kez faranjite yakalanmış ve evde pinekliyorken, kış hastalıkları ile ilgili biraz araştırma yaptım ve önemli bir bilgiyle karşılaştım. Kendi deneyimlerimle harmanlayıp sizlerle paylaşmak istedim. 

Sigara kullanmadığım için tabii ki başlığa kendi üzerimden cevap veremem. Fakat şunu da belirtmek isterim ki, dumanı solumuş olmamız yetiyor aslında. Bağışıklığı düşürüyor. Peki nasıl?

Yapılan araştırmalarda, sigara dumanına maruz kalmanın anti-viral yanıtları yavaşlattığını gösteriyordu. Fakat Yale Üniversitesi'nden araştırmacılar, fareler üzerinde bir deney yaptılar ve tam tersi görüşü ispatladılar!
Bulgularına göre; sigara içenlerde virüslerle savaşmakta bir sıkıntı yaşanmıyordu, sıkıntı virüslere verilen tepkiydi. Aşırı, "hiperaktif" tepkiler mevcuttu!



Araştırmacılar bunu sinekten kurtulmak için sinek kovar kullanmak yerine, balyoz kullanmaya benzetiyorlar. 

Yıllarca pasif içici olarak yaşadım ve etkilerini pek hissetmedim açıkçası. Fakat son 2-3 yıldır, senede iki kez faranjite yakalanıyorum. Faranjit bir üst solunum yolu enfeksiyonu. Ve kuru, pis, dumanlı hava oluşumunu ya da artışını tetikleyen en önemli etkenlerden. 
Bu hastalıkla savaşırken özellikle sigara dumanı, boğaz acısını artırıyor. İyileşmeyi geciktiriyor. Zaten kısık olan sese zarar veriyor ve -benim yaşadığım gibi- iyileştikten sonra dahi birkaç hafta boyunca sesiniz berbat bir hal alıyor.

Sigara dumanına uzun süreler maruz kaldığınızda, silialar zarar görür. Silia; nefes borumuzdaki hareketli küçük tüycüklerdir. Mikropları ciğere inmeden tutarak hastalanmamızı önlerler. Bunlar zarar görünce, hastalıklara karşı savunma kalkanlarımızdan biri görevini yerine getirememiş oluyor. 

Sigara içenlerin ise halini siz düşünün artık.
Vücudumuzdaki sebep-sonuç ilişkilerinden bahsetmiştik önceki yazılarımdan birinde. Yine aynı durum söz konusu. Sonucu hemen görmeyi beklemeyip, önlem almamız gerekiyor. (Çünkü aslında bir hastalığa yakalandıktan sonra yaptıklarınızla "önlem" almış olmazsınız. İyileşme sürecinde kendinize "yardım" edersiniz ancak.)

Pasif içiciysek gerekirse maske takmalı, o dumanı solumamak için elimizden geleni yapmalıyız. Tabii bu her zaman mümkün olmadığı için, burdan sigara içenlere sesleniyorum: Kendiniz için bir şey yapmıyorsanız pasif içiciler için yapın ve artık bize zarar vermekten kaçının lütfen.

Kaynak:
sciencedaily.com
HBT Sayı 90

13 Aralık 2017 Çarşamba

Dikkat! Depresyonun bilinmeyen tetikçisinin farkında mıyız?

Aralık 13, 2017 8
2020 yılında depresyonun, dünya genelinde en çok görülen ikinci hastalık olacağı tahmin ediliyor. 
Şaşırtıcı değil. 
Az oksijen, az mutluluk, az huzur ile,
az hareket ederek, az iletişim kurarak, az "düşünerek",
bol "fast-food" ile, hızlı yaşayarak, stresli yaşayarak...
nereye kadar?
sonuç belli değil mi?

Bugün bahsedeceğim şey, genç nüfustan tutun da en yaşlısına kadar peşimizi bırakmayan, hayattan aldığımız zevki sömüren, iliklerimize kadar çaresizliğe batıran bir hastalık: depresyon. Bu hastalık başta olmak üzere, birçok psikolojik hastalığın önemli bir tetikçisi var. Belki de doktorlar tarafından bile anca umursanmaya başlanmış, fakat önemi göz ardı edilemeyecek kadar büyük bir tetikçi.
D vitamini eksikliği.

Öyle ki, şizofrene bile yol açabiliyor!
Dahası var mı?
Dikkat etmemiz gerekmez mi?
Daha ne kadar, sırf damak zevkimize hitap etmiyor diye tüketmeyeceğiz şu çeşit çeşit D ve B grubu vitamini deposu besinleri!
Hangi etken sağlığımızdan daha önemli ki, bir söyleyin yahu! 
Tamam, yine sevmeyin, ama vücudunuza saygı duyun lütfen. Örnek vereyim; ciğer yemekten hoşlanmıyorum. Fakat burnumu tıkayarak da olsa, -şunu da es geçmeyelim; benim onu reddedecek herhangi bir sağlık sorunum olmadığı için- yiyorum. Çünkü damak tadımdan daha önemli şeyler var: sağlığım, bedenim, psikolojim.


D vitaminini en çok güneş ışığından alıyoruz, fakat maalesef ki kışın bu durumdan mahrum olduğumuz için(ve çıkan güneşe rağmen soğuğa uygun giyindiğimiz, güneş derimize değmediği için) D vitamini barındıran besinlerden bol bol tüketmemiz, depolarımızı doldurmamız gerekiyor. Depo diyorum, çünkü D vitamini yağda çözünen "A,D,E,K" vitamin grubuna dahildir ve vücutta yağlara sarılı olarak dolaşıp, yağlı dokularda depolanır. Ya safra yardımıyla ya da tükettiğimiz yağlar yardımıyla emilirler. Bu anlamda, yağ tüketmekten de aşırı biçimde kaçmamak gerek. Aynı zamanda yağdaki fosfolipitler, "beyin" için, sinir sistemi için çok önemli.
Yani; ne karaciğer yağlanması yahut damar tıkanıklığı yapacak kadar çok, ne de hastalığa neden olacak kadar az...
Her şeyden azar azar!

Eksikliği unutkanlık, demans, depresyon, anksiyeteye sebep olan B vitaminini de unutmayalım. Depo edilmediği için günlük/haftalık tüketmeniz gerekiyor.
Balık, balık, balık diyorum. Uzun süre tüketmediğimde dalgınlık, unutkanlık, halsizlik yaşıyorum. Elbette birçok besinde var fakat bence balığın önemi ayrı.

Dönem dönem -özellikle kışın- mutsuzluk, halsizlik gibi depresyonun "erken" belirtilerini hissettiğim için, bu sene farklı olarak sorunun iyice temeline inmeye çalıştık ve vitamin eksikliği olabileceğini fark ettik.


Çünkü aslında bu bir olaylar zinciri. Herhangi bir stres veya mutsuzluk yüzünden beslenmeniz zedeleniyor, vitamin depolarınız boşalıyor, halsizlik başlıyor.
E halsizlik, yorgunluk derken bunlar da tekrardan mutsuzluğu tetikliyor.

Peki, kısır mı yani bu döngü? Fark etmezsek evet.

Beslenmemin de gerçekten iyiye gitmediğini fark ettikten sonra D vitamini takviyesi kullanmaya başladım hap şeklinde. O da olmadı iğne vurulmaya başladım. 

Peki siz, hayatınızın herhangi bir döneminde bu sorunla karşı karşıya kaldınız mı?
Ne dersiniz, beslenmeniz gerçekten psikolojinizi iyi yönde mi etkiliyor, kötü yönde mi?

Velhasılkelam;
vücudunuz konuşuyor!
Olay onu iyi dinleyebilmek...
Dinleyin vücudunuzu. Çünkü hiçbir şey ondan önemli değil.










8 Aralık 2017 Cuma

Obezite ve Alzheimer | vücudumuzdaki kısır döngüler

Aralık 08, 2017 2
İnsan vücudu işte. Her geçen gün şaşırtıyor beni.


Kahvenin Antioksidan Etkisi yazımda vücudumuzdaki serbest radikallerden bahsetmiştim. Polifenoller vardı ve radikallerin zararlı etkilerini yok etmek için çalışıyorlardı. Serbest radikaller ise yaramaz çocuk rolü üstlenmiş ve ona buna sataşıyordu. Misket çalan çocuklar gibi, hücrelerimizden elektron çalıyordu.

Serbest radikallerin sayısı, antioksidanlardan fazla olduğu zaman oksidatif stres durumu oluşuyor. Diğer bir adıyla, metabolik stres.
Metabolik stres, benim ilk gördüğümde düşündüğüm gibi, bir hastalık değildir. Uzun süre devam etmesi durumunda birçok hastalığın temelidir. Beyinde yol açtığı hastalıklardan biri ise Alzheimerdır.

Son zamanlarda alzheimer hakkında yapılan araştırmalarda, daha önceden tedavi için altyapı oluşturan bilgilerden fazlası öğrenilmiş. Öyle ki Alzheimer'a sebep veren durumun, insülin direncinin oluşumuna olan benzerliği şaşırtıcı.
İnsülin direnci olan birey; enerji olarak kullanması gereken glikozu kullanmakta zorluk yaşıyordur. Bunun sebebi ise pankreastan salgılanan insülin hormonunun etkili olamamasıdır.

Alzheimerın ise ikincil sebebinin, beynin glikozu kullanamaması dolayısıyla beslenememesi olabileceği düşünülüyor.

Alzheimer demans çeşitlerinden yalnızca biri. Özellikle ikinci en yaygın demans çeşidi olan vasküler demans için ise diyabet direkt bir risk faktörü olabilir. Demansın vasküler yani "damar ile ilgili" olması, diyabetin ise sonuçlarından birinin kan damarlarına zarar vermek olması bu ilişkiyi açıklıyor.

İnsülin direnci öyle bir şey ki, sık sık yüksek glisemik indeksli besinler tüketirseniz, salgılanan insülin işe yaramıyor. Çünkü insülinin kandaki değeri henüz düşmeden, hücrelere giremeden yeni bir şeker yüklemesiyle karşılaşıyor vücut. Kandaki insülin değeri sürekli yüksek oluyor, azalamıyor. Kandaki insülinin yüksek olması fakat hücrelere girememesi, hücreleri bu duruma alıştırıyor ve insülin almaçları duyarsızlaşıyor. 


Yani vücut rezistans oluşturuyor. İnsülin rezistansı. İnsülin direnci.

Sonrasındaki adımlar ise, gizli şeker, şeker ve obezite.

Dedim ya, şaşırtıyor insan vücudu beni. Vücudun herhangi bir bölgesindeki bir aksama, birçok şeyin sonucu oluyorken birçok şeye ise sebep olabiliyor. Tıpkı yukarıda bahsettiğimiz damar örneği gibi. 
Diyabetiniz varsa, sadece diyabetiniz yoktur. Böbrekleriniz zordadır, gözleriniz, damarlarınız zordadır. Vücut toptan yoruluyordur. Toplumda görülme sıklığının artmış olması ve diyabet hastası insanların hayatlarına sıkıntı çekmeden devam etmesi sizi bu konuda rahatlatmamalı. Çünkü içinizde bir şeyler oluyor ve müdahale etmezseniz geri dönüşü sıkıntılı olacak.

Ki aslında, şeker hastalığı birçok hastalığa nazaran -örneğin, akciğer kanseri- kendini belli eden ve vücudun sürekli alarm verdiği bir hastalık. Alarm vermesi elbette iyiye gitmediğini gösterir fakat en azından "gittiğini" gösterir. Kötüye de olsa. Görmenizi sağlar. Lütfen görün.

Bahsi geçmişken; örnekler saymakla bitmez bu konuda fakat etrafımdan düşünecek olursam, yakın zamanda dedemin ameliyat ile bir ayağı kesildi. Yıllar süren şeker hastalığı sonucunda. Çok geçmeden ise mide kanaması geçirdi.
Arkadaşımın dedesinin de aynı hastalıktan gözleri görmüyormuş yıllardır. Sözün özü hafife almamak lazım öyle her şeyi. Bu beden bize emanet.



Bugünkü yazımın sonuna geldik.

Kendinize dikkat edeceğiniz günler dilerim hepinize. Kısa bir alzheimer bilgilendirme videosunu da aşağı bırakıyorum, izlemenizi öneririm. 

Okuduğunuz için teşekkür ediyor, yorumlarınızı bekliyorum












2 Aralık 2017 Cumartesi

İstanbul'u yeniden tanımak, sevmek ve "fethetmek"! #çokgezçokoku❤

Aralık 02, 2017 6
Adaçayım, bilgisayarım ve kamptan kalan uykusuzluğumla merhaba! 💚

23 Kasım 2017 Perşembe günü kulübümle bir gezi düzenledik. Bu vesileyle uzun zaman sonra bir gezi yazısı yazmamın iyi olacağını düşündüm ve karşınızdayım.
Geçtiğimiz hafta bütün uyku düzenimin altüst olduğu bir haftaydı, üstüne İstanbul'a gitmek için sabah 5'te kalkmam gerekiyordu.
Bilin bakalım ne oldu? Tabii ki yine, gece 11 buçukta uyumak için hazırlanıp 2'den sonra anca uyudum!
Dipnot: 3 günde toplam 9 saat uyku hiç yetmiyor açıkçası.
Dipnot2: Lakin asla akıllanmıyor bu kız.


Gelgelelim, 6 buçukta yola çıkacaktık çünkü 9'da Fatih'te olmamız gerekiyordu, 10'da gezi başlayacaktı. Otobüs gecikince Yeşilay Genel Merkez'deki kahvaltımız ve eğitimimiz de hızlandırılmış oldu dolayısıyla.
(O kadar acıkmıştık ki yolda, simit görünce gözlerimizden kalpler çıkmış olabilir!)

Yeşilay'ın Genel Merkezi o kadar güzel bir yerde ki, muhakkak gidip görmenizi öneririm. Yer olarak Sirkeci Garı'nın oralarda.

        
Biraz bu binanın tarihinden bahsedelim o zaman.
Genel Merkezin bulunduğu bu tarihi bina, Sepetçiler Kasrı; Topkapı Sarayı'nın kıyı köşklerinden birisi.
1591'de III. Murat döneminde yaptırılmış. Donanma sefere çıkmadan önce; Sarayburnu akıntısı dışında kaldığı ve lodosa karşı da güvenli olduğu için saltanat kayıkları burada olurmuş. Padişah donanmayı buradan uğurlarmış yani.


Bizim kafile saat 10 buçuk gibi Genel Merkez'den çıktı. İBB'nin Beyaz Gezi programına katıldık. Üniversite öğrencileri için düzenlenen bu program sayesinde saat 3'e kadar gezip güzel bilgiler öğrenmiş olduk.

Evet sık sık İstanbul'a gidip geziyoruz, fotoğraflar çekiliyoruz, hatta kimimiz orda yaşıyor ama tarihinin ve öneminin ne kadar bilincindeyiz?


İlk durağımız Miniatürk açık hava müzesi.
Panorama çekim ile Miniatürk
Miniatürk'e birçok arkadaşım daha önce gitmiş fakat benim ilk gidişim olduğu için o kadar heyecanlandım ki. Yapılara(!) yakınlaşarak baktım. (Yapı mı? İnşaat mühendisliği okumak bunu gerektirir🌟)

60 bin m² lik alanda yer alıyor.

Harika bir işçilik var burada. İstanbul'dan 59, Anadolu'dan 55, Türkiye dışında kalan fakat Osmanlı coğrafyasından 12 eser bulunuyor. Minik halini ilk merak ettiğim yapı Selimiye Camii oldu :). Kısa zaman sonra 25 kat büyük halini de görmeyi diliyorum.



Not: Eğer gezi ile gitmiyorsanız giriş ücreti 7,5 ₺. Öğrenci ve öğretmenlere ise 3 ₺.

Mescid-i Aksa

Miniatürk'ün olduğu alanda aynı zamanda Panorama Zafer Müzesi ve Kristal İstanbul Müzesi de mevcut.

Kristal müzesi çok ilgimi çekti, dünya çapında da ilgi çeken bir sanatmış zaten. Kristal cam içine lazerle 3 boyutlu resim işleyerek oluşturulmuş. Bu kadar büyük cama lazerle resim işlenmek ilk Türkiye'de gerçekleşmiş. 16 tarihi eseri kristal camlarda görebilirsiniz burada.

Zafer Müzesi'nde ise ses, ışık efektleri beni çok etkiledi. Cepheler ardında; köy halkı ne durumda, hayvanlar, evler, camiler ne durumda, hissediyorsunuz. Derinden etkiliyor.



Buradan çıktıktan sonra istikamet Panorama 1453!
12 yaşındayken gelmiştim buraya. Ama bu kez öğrendiklerimden bir şey çok güzeldi. Cevabı bulutlarda saklı :)
Panorama 1453, dünyanın ilk tam panoramik müzesi.
Yaş aldıkça ve bakış açısı değiştikçe daha önce gördüğün yerleri gidip tekrar görmek harika değil mi! Olgunlaştığını hissetmek, her seferinde yeni bir şeyler öğrenmek.
Sevdiğin bir kitabı tekrar okuyup her seferinde tatlı ayrıntılarda kaybolmak gibi...

Gelgelelim, buradan çıkınca yemeğimizi yedik ve İBB tarafından bolca fotoğraflanarak gezimize devam ettik.

Sırada Yerebatan Sarnıcı vardı. Buraya da sanırım 2 kez gelmiştim. Bu kez inşaat halindeydi. İnşaat mı?!?! :) Evet görmek istedim fakat inşaat alanı kapalıydı.
Su ve balıklar tek bir alana taşınmıştı bu sebepten.


Sütunlara baktım, durdum. Gözyaşı sütununun hikayesi beni etkiledi. Sarnıcın yapımında 7000 işçi çalışmış ve tam 38 yılda tamamlanmış. Gözyaşı sütunu ise; bu inşaatta ölen işçileri anlatırmış... Dilek sütunuymuş şimdilerde.

1470 yıl öncesi.. Hayal bile edemiyorum ki. Bir süreliğine o zamana gidip, izlemek isterdim.
2012 yılında, dünya şampiyonu Alman su kayakçısı Dominik Gührs ve arkadaşı, sarnıçta gösteri yapmışlar! İşte bunu hiç düşünemezdim. Yerin altında su kayağı garip bir fikir...

Sarnıçtaki Medusa heykellerinden ve rivayetinden bahsetmemek olmaz.
Şair Ovidius'a göre, Medusa, göreni şaşkına çevirecek derecede güzel bir kızmış. Poseidon Athena'nın tapınağında onu görür görmez aşık olmuş. Athena öfkelenerek genç kızın saçlarını yılana dönüştürmüş, çirkin bir hale sokmuş. O kadar çirkinleşmiş ki artık Medusa, gözlerine bakanlar taş kesiliyormuş.
Kılıçlara bile işlenen Medusa başının koruyuculuğuna inanılırmış o dönemde.

Ve Beyaz Gezi burada sona erer...
Akşam da topluca Üsküdar'a gittik. Yemek yemeyi unutan ben ve birkaç arkadaşım, kağıt helvayla doymak durumunda kaldık. Fakat bu, en doyurucu akşam yemeklerimden biri oldu. Çay ise sanki aylardır içmemişim gibi lezzetliydi. Boğazın ortasındaki ihtişamlı Kız Kulesini her seferinde hayranlıkla seyrediyorum, sanırım bu büyük bir etken. Fakat en güzeli, böyle güzel insanlarla bu yolculuğa çıkmış olmaktı sanırım.

Başka zamanlarda, başka şehirlere, hep keşfetmeye...
Diliyorum ki aralık ayımız 2018'i huzurla kucaklasın...
Bir sonraki yazıda görüşmek üzere 💕


Bilekliklerimiz gözükmese de...