3 Ekim 2021 Pazar

Bir pazar yazısı

Ekim 03, 2021 0
Bir insana güvenmenin bu kadar riskli olduğunu bilmek istemiyordum. Duyarsın, şahit olursun evet ama bazen olur ya, sevdiklerine konduramazsın. Çok okudum, çok izledim, çok dinledim. Her şey olabilir, insan bu.. dediklerine de inandım tabii. Ona inanacak kadar büyüdüm çünkü. Aklımda binbir türlü güven sarsıcı, travmalarımın arka planını kapladığı senaryolar varken ben aklımda en olmayan, kimseden dinlemediğim bir senaryoyu yaşadım. Sanırım alacağım bir dersi daha tamamladım. Çevrendeki; benzer olaylara en deneyimli, en sarsılmaz kişi gibi gözüksen bile senin de aklına hayaline gelmeyecek ama seni sarsacak şeyler olacak. Seni de en düşünmediğin yerinden vurabilecekler. Belki varlığını bile unuttuğun bir hassas noktandan vuracaklar seni de. Bazen onların da hatası olmayacak bu. Onların da hayatta tamamlaması gereken bir evre olacak, çıkarılması gereken dersleri olacak, sonrasında çekilmesi gereken acıları olacak. Ve sen anlayacaksın. Her şeyi bilemeyeceksin hiçbir zaman. Ama endişelenme. Neden biliyor musun? Sarsılıp yıkılabileceğin şeyleri ne kadar kısıtlı düşünebiliyorsan, seni sarıp sarmalayacak güzel şeyleri de o kadar kısıtlı düşünebildin. Ansızın gelebilecek mucizelere, güzelliklere, iyiliklere. Kısıtlı düşündüğün tüm her şeye aç kendini. Artık ben biliyorum ki hayatımın kısacık tek bir evresinde bile her şeyi öngörmem imkansız. Artık ben en sonunda biliyorum ki, ne geliyorsa gelsin bu hayattan, başımla beraber.

2 Mayıs 2020 Cumartesi

Ev Hali #2

Mayıs 02, 2020 9
Aldous Huxley - Cesur Yeni Dünya

Okuduğum en cesur romanlardan biriydi. Belki de öngörülü, bilemiyorum. Umarım düşündüğüm kadar öngörülü bir roman değildir.
Bunu söylerken kitabın 1930lu yıllarda yazılmış olduğu bilgisi son cümlemi çürüttü bile.

Shakespeare'in Fırtına'sında geçen replikten almış kitap ismini. "Hey Cesur Yeni Dünya ki içinde böyle insanlar var!"
Fakat romandaki bu "teknolojik" dünyada kitap okumak yasak! Bir dünyayı distopya yapabilecek en basit şey belki. Yok et kitapları, olsun bitsin. Kabus gibi. Kitap okumak yasak olsa nasıl yaşardık bilmiyorum!

Margaret Atwood'un -Damızlık Kızın Öyküsü distopyasının yazarı- önsözünden alıntılayarak devam edeyim.

"20. yüzyılın ikinci yarısında, iki öngörülü kitap gölgesini düşürdü geleceğimize. Biri zalim, beyin yıkayan, totaliter bir devletin korkunç tasavvuruyla George Orwell'in 1984'tü. Diğeriyse Aldous Huxley'nin farklı ve daha yumuşak bir totalitarizm şeklini sunduğu Cesur Yeni Dünya'ydı. 
Refahın gaddarlıkla değil de mühendislikle, şişelerde büyütülen bebeklerle, hipnoz üzerinden iknayla, üretim çarkının tekerleklerini sürekli döndüren sınırsız tüketimle, yönetimler tarafından dayatılan rastgele cinsel birlikteliklerle, oldukça zeki bir idari sınıf ile basit işlerini sevecek şekilde programlanmış yarım akıllı işçilerin oluşturduğu alt grup arasında değişen, önceden belirlenmiş bir kast sistemiyle ve somayla, yani anında mutluluk veren bir ilaçla elde edildiği bir totalitarizm."

Şişelerde büyütülen bebekler. 
Annelik, babalık yok. Hatta bunları söylemek, anneden babadan bahsetmek utanç sebebi. 
Doğurmak çağdışı, iğrenç bir eylem olarak anılıyor. Hatta anılmıyor. 

Ölüm çok fazla normalleştiriliyor. Tabii ki ölüm normal, fakat bu dünyada insanın vücudunun buruşup kırışmaması, hastalıklar yaşayıp yatalak olarak yaşaması vs. gibi şeyler yaşanması engelleniyor. İnsanlar çok küçük yaştan itibaren düzenli olarak Ölecek Hastalar Hastanesi denen yeri ziyaret ediyor. 
Buradaki hastaları acı çekerken görmüyorlar ki. Kimse acı çekmiyor çünkü Duyusal Filmleri yaşıyorlar. 5 duyu organına hitap eden, mutlu eden deneyimler yaşayarak ölüyorlar. Bunları gördükçe de çocuklar ölümü gereğinden fazla normalleştiriyorlar. O hastanede koşturup gülüp eğlenebiliyorlar rahatça.

Soma var. Herhangi bir terslik olduğunda, aklın karıştığında, çıkarıyorsun cebinden ihtiyacın kadar, istediğin kadar saat uzaklaşıyorsun dünyadan. Tatile çıkmak diyorlar. Zannımca bir tür uyuşturucu. Zihinleri uyuşuk makine insanlar. Düşünmek başlayacak gibi olduğu an soma yardımlarına yetişiyor.
Düşünce suçu yok belki 1984'teki gibi fakat uyuşturulmak var, düşünmenin en küçük yaştan itibaren engellenmesi var. Ezbere yaşıyorlar bir nevi. Öğretilmiş şeyleri yaşıyorlar.

Herkes herkese aittir, dedikleri de bir şartlandırma mevcut. Kimse tek eşli değil. Tek eşliliği geçtim, sevmek ve aşık olmak diye de bir şey yok. Hoşlanırsın, birlikte olursun ve o gün biter. Yarın bir başkasıyla birliktesin. Bunun eğitimini küçücük yaşta erotik oyun adı altında alıyorlar. İşte en çok burada midem bulandı sanırım. 
Bu şartlandırma gibi yüzlercesini büyüyene kadar milyonlarca kez duyuyorlar.

Vahşiler dediklerinin yaşadıkları Kızılderili köyü, kitabımızdaki dünyadan olmayan, doğuran doğurulan insanların olduğu, anne babaların olduğu, mutsuzluğun fakirliğin NORMAL dediğimiz şeylerin olduğu ve çok da ilkel gördükleri bir yer var.

İşte kitabımızın sonunda da bu ilkel dünyadan gelen vahşi dedikleri John ve annesi ile, kusursuz dünyamızdaki insanlar karşılaşırsa ve bir süre beraber yaşarlarsa ne olur, bunu okuyoruz.

O zaman, John'u okurken, aslında mutsuzluk ve acılarımızın ne kadar kıymetli ve bizi yaşatan şeyler olduğunu bir kez daha anladım. Mutsuzluğu ve acıyı hiç tatmamış olup ezbere mutluluk yaşasak elbette bilemezdik ezbere yaşadığımızı. Fakat idrak etmeye başladığımızı düşünün, soma almayı bıraktığımızı, kafayı yerdik. Düşünmek isteseydik, ezberlerimizi bozmak isteseydik...

Kitaptan bir kesitle bitireyim çünkü bu kitap hakkında yazacaklarım bir türlü bitmiyor :)

"Ve tabii ki istikrar, istikrarsızlık kadar gösterişli değildir. Mutlulukta, şanssızlığa karşı verilen mücadelenin ihtişamlarından hiçbiri yoktur. Günahla mücadelenin veya ihtiras ya da şüphe nedeniyle ölümüne altüst oluşların görkemini bulamazsınız mutlulukta. Mutluluğun yüce bir yanı yoktur."
.
.
.
"Aslında," dedi Mustafa Mond, "siz mutsuz olma hakkını istiyorsunuz."

"Mutsuz olma hakkımı istiyorum!"